Kitap inceleme | Çin liderleri: Mao, Deng, Jiang, Hu, Xi
Çin, liderleriyle yaşayan bir memleket. Lider ve liderlik, sosyal ve siyasal yaşamın özü. Büyük şehirlerde hediyelik eşya dükkanlarında veya ülkenin kırsal kesimlerinde çayevlerinin duvarlarında beş nesilden liderlerin sıralı fotoğraflarına rastlamak yaygın.
Siyasi liderliğin ötesinde, günlük yaşamın her alanında bir lider etrafında toplanmış, onun talimatlarına göre hareket eden süpermarket veya bir kuaför salonu personeli görmek mümkün. Pekin’de oturduğum apartmanın karşısındaki kuaför salonu, her sabah tüm personeli kapıya dizerek müzik eşliğinde spor yaptırıyor. (“Sabah içtiması”) Sporun ardından ‘liderleri’ personele kısa bir nutuk çekiyor. Tek tip giyinen ve lidere tek ses yanıt veren bu personel, birazdan cepheye gitmeyecek, saç kesip fön çekecek.
Lider (lingdao) kelimesi günlük yaşamda yönetici, müdür gibi unvanların yerine de kullanılabiliyor. Bir medya mensubunun, “Bu konuyu liderle konuşmam lazım” demesi, başka memleketlerde tuhaf karşılanabilecekken, Parti kadrolarının sosyal yaşamın tüm alanlarına –fiziki olarak Parti hücreleriyle veya bir idare kültürü olarak- nüfuz ettiği bir ülkede normal. Alt kademedeki bu küçük liderler de aslında bir liderlik silsilesi oluşturarak, en yukarıdaki “paramount” liderin iradesini toplumun tüm katmanlarına yayıyor.
Dolayısıyla Çin’i liderleri üzerinden ele almak, müthiş isabetli bir çalışma alanı. George Washington Üniversitesi’nden Asya çalışmaları ve uluslararası ilişkiler profesörü David Shambaugh dünyanın önde gelen sinologlarından biri. Uzun yıllara dayanan Çin’de yaşam ve Çin’e seyahat tecrübesiyle ülkede kritik konumlarda bulunan kişisel bağlantılarını, akademik bir titizlik ve okur-dostu yazım üslubuyla birleştirerek önemli çalışmalara imza atıyor. Shambaugh’nun son eseri Çin’i liderleri üzerinden inceliyor: China’s Leaders From Mao to Now.
Bu fikri kırk yıldır kafasında taşıdığını (yazarın ilk eserlerinden biri de Çin’in eski başbakanlarından Zhao Ziyang üzerine bir ‘liderlik’ incelemesiydi) ve nihayet Covid günlerinin hepimizi evlere kapattığı günlerde 9 aylık bir yazma çalışmasıyla kitabı tamamladığını not ediyor.
Kitap ülkenin yönetiminde “paramount” konumda bulunmuş beş isme odaklanıyor: Mao Zedong, Deng Xiaoping, Jiang Zemin, Hu Jintao ve Xi Jinping. ‘Beş büyükler’ üzerinden beş nesillik bir liderlik zinciri.
Her bir lideri ayrı bölümler halinde yazmış ve her bölüme, o lideri/liderlik özelliklerini tanımlayan bir başlık vermiş. Mao’yu “popülist tiran”, Deng’i “pragmatik Leninist”, Jiang’ı “bürokratik politikacı”, Hu’yu “teknokrat aparatçik” ve Xi’yi “modern imparator” olarak tanımlıyor.
Kitap genel okur grubu için yazılmış olsa da belli ölçüde akademik çerçeveden taviz verilmemiş. Giriş kısmında temel liderlik kuramlarına referansla beş ismi ‘kalıplara’ dökerek başlıyor. Burada Max Weber’in meşhur siyasi otorite sınıflandırmasının yanı sıra, Amerikalı siyaset bilimci James MacGregor Burns’un “transformational” ve “transactional” liderlik ayrımına başvuruyor. Liderlerin narsistik özellikleri üzerinden politik-psikolojinin alanına girerek, Çin siyasetinde “kişi kültü” inşasının altını çiziyor ve Mao’da şiddetli, Xi’de çok güçlü, Jiang Zemin’de orta derecede narsisizm bulunduğu ‘tanısını’ koyuyor.
Liderleri sırasıyla incelemeden önce, başlangıç için okura ışık tutacak iki önemli alt başlık eklenmiş: Önce Çin’in tarihi siyasi kültürünün, ardından Leninist kültürün liderler üzerindeki etkisi inceleniyor. Bu kültürler, kurumsal ve normatif olarak Çinli liderlerin çalışma ve yükselme ortamını belirliyor. Bu genel çerçevelerin farkında olmadan, liderlerin yükselme ve yönetme hikayelerine bakmak, eksik bir okuma olur. Bu kısım iki açıdan da önemli: Çin analistleri arasında bir kısım ülkenin kendi geleneksel kültürünün etkilerini göz ardı edip Çin’in sadece komünist kimliğiyle aşırı meşgul olurken, bir kısım da partinin mutlak Leninist örgütlenme tarzını çoktan geride kalmış bir aşama gibi görme eğilimindedir. Oysa ÇKP aynı anda iki kanaldan da beslenir. (Vanalardan birinin belli dönemlerde daha az veya daha fazla açılması şaşırtmasın.)
Mao ve sürekli devrim
Shambaugh’un çalışmasında Mao bahsi, sınırlı sayıdaki Sovyet üssünde en çok on milyon insana hükmeden bir devrimciden, yarım milyarlık Çin’in kontrolünü ele geçiren bir devlet adamına dönüşümü incelenerek başlıyor. Shambaugh, tam da bu başlangıç noktasında Mao’nun hususiyetini not ediyor: Mao ömrü boyunca isyan (revolting) ile yönetmek (ruling) arasında bir fark görmedi.
“Kitle hareketlerine” ve kampanyalara (“yundong”) dayanan, devrimi kesintisiz (“sürekli devrim”) olarak yaşamak ve yaşatmak isteyen bir lider olarak karşımıza çıkıyor. Ardı arkası kesilmeyen siyasal kampanyalar bu dönemi şekillendiriyor. Kısa sürede ekonomide ve toplumsal dönüşümde ‘büyük sıçrama’lar yapma hevesi, kuruluş yıllarında ülkeye belli sanayileşme kazanımları getirdiği gibi, bu ütopyacı hırs, acı bir bilançoya da neden oldu: İnsanlık tarihinin en kötü ikinci açlığında (ilki 1932–1933 Ukrayna açlığı) 30 ila 45 milyon arasında insan sadece üç yıl içerisinde öldü.
Mao, iktidarının başlarında aşağılayıcı bir Moskova gezisi yapmış olmasına rağmen, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk yılları, Sovyet modelinin Çin’e adapte ediliği bir dönem oldu. Bu dönemde “China was to become Sovietized.” Shambaugh, organizasyon açısından ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) bu dönemde bir “Sovyet yan ürünü”ne dönüştüğünü, ordunun da (Çin Halk Kurtuluş Ordusu) bundan etkilenerek bir “parti ordusu” şeklinde örgütlendiğini yazıyor. Sovyetleşme, parti ve orduyla sınırlı kalmıyor: Eğitim sistemi, spor, sağlık, medya, Mao’nun Moskova ziyaretinden dönüşü sonrası, Sovyet uzmanların danışmanlık desteğiyle (on yıl boyunca 11 bin Sovyet bilim ve teknik personeli “expert” olarak Çin’e gönderildi) Sovyet sistemine uygun hale getiriliyor. Ulusal ekonomi, yıllık planlar, beş yıllık planlar, eyalet planları ve sair ile Sovyet çizgisini izliyor.
Mao bahsinde Yüz Çiçek Kampanyası, İleriye Doğru Büyük Sıçrama, Kültür Devrimi gibi hareketler kitapta Mao’nun liderliği bağlamında yer buluyor. Ancak Shambaugh, isabetli bir kararla, üzerine epey yazılıp çizilen bu olayları yeniden anlatarak kitabı ‘şişirme’ yoluna gitmemiş. Okuru, bu hadiselere dair temel kaynaklara yönlendirerek, metni belli bir bağlamda korumayı başarıyor. Aynı tasarruf, diğer liderler döneminde gerçekleşen majör olayları ele alırken de söz konusu. (Yoksa gerçekten dallanıp budaklanmaya müsait bir çalışma..)
Çin’in kapılarını dünyaya açmak: Deng
Mao, ömrü boyunca Çin halkını dönüştürmeye uğraşırken, Deng “ülkeyi dönüştürmeleri için Çin halkını serbest bırakıyor.” Böyle başlıyor Shambaugh, Deng bahsine. Deng, ticari girişimciliği Çin halkının DNA’sına enjekte ediyor. Çin’in kapıları dünyaya açılıyor. Yabancı öğrenciler, öğretmenler, uzmanlar, tüccarlar –öncesinde “insular” (tecrit halinde) ve “xenophobic” (yabancı düşmanı) bir ülke olarak kalan- Çin’e gelirken, Çin birçok ülkeyle ikili ilişkiler kurmaya başlıyor. Sosyalist kolektif tarım dönemi, yerini reform ve açılmaya bırakıyor.
Deng’in “Maonun varisi” olarak atadığı Hua’yı altetmesi ayrı bir liderlik meziyeti olarak kayda değer. Deng ilk başta liderliği almak için çok basit bir yaklaşım belirliyor: Bekle ve izle. Saçlarını Mao gibi taramaya başlayan Hua Guofeng, Kültür Devrimi karmaşası ve şiddetinden yorgun düşmüş bir ülkede, Mao’yu ve Maoculuğu kucaklayarak Deng’in önünü kendi eliyle açmış oluyor. Hua’nın kendini yıpratmasını izleyen Deng zamanla sahneye çıkarak “Çok iş, az boş laf” (1977’deki bir parti toplantısında aynen kullandığı ifade bu) diyor ve yeni dönemde Çin’in “bilgi ve uzmanlıkla” yönetileceğini ilan ediyor. Mao’yu komünist panteonda uygun bir yere koymak ve reform yoluna girmek için bulunan formül “Mao’nun yaptıklarının yüzde 70’inin doğru, yüzde 30’unun yanlış olduğu”nun kabul edilmesi. Deng, Maoculuğu terketse de, ülkenin kurucusu olarak Mao figürünü tamamen devre dışı bırakmak niyetinde değil. “Kruşçev’in Stalin’e yaptığını biz Başkan Mao’ya yapmayacağız” derken, bunu kastediyor.
Deng’in iktidarının temel hususiyetlerinden biri, partiyi, merkezi hükümet organlarından ve hayatın diğer alanlarından olabildiğince geri çekmekti. Ona göre parti, uzmanlığı olmayan sularda yüzmemeliydi. Bunu, partiyi zayıflatmak için değil, bilakis partinin yıpranmasının önüne geçmek, uzmanlığın önünü ideolojik angajmanla tıkamamak için yapıyordu. 1980’ler boyunca partinin kademeli olarak geri çekilmesi ve iyice şişmiş hükümet bürokrasisinin küçültülmesi süreci (1982’de Çin’in hükümeti işlevi gören Devlet Konseyi 50’den fazla bakanlıktan oluşmaktaydı; komiteler, komisyonlar, ajanslarla Devlet Konseyi organlarının sayısı 98’i buluyordu!), 1989’da tankların Tiananmen meydanındaki öğrencilerin üzerine sürülmesi ve 1991’de SSCB’nin çöküşüyle kesintiye uğrayacaktı. Zira ÇKP liderliği, SSCB’nin çöküş nedenlerinden birini, Gorbaçov’un Sovyet Komünist Partisi’ni hükümet ve ordudan ayrıştırması (decoupling) olarak görmekteydi.
Deng, giriştiği reformların toplumda potansiyel politik güçleri harekete geçireceğinin ve siyasi reform beklentisini artıracağının farkındaydı. Tek parti iktidarına karşı liberal bir ayaklanmanın “zaman meselesi” olduğu kanısındaydı, ancak patlamanın zamanını ve ölçeğini kestiremiyordu. Haziran 1989’da başkent Pekin’in Tiananmen Meydanında gençlerin öfkesi kabardığında, Deng da sabrının sonuna gelmişti. Parti, arkasında “dış güçler”in olduğuna emin olduğu protestoları, karşılaştığı en yaşamsal tehdit olarak algıladı ve o ölçüde karşılık verilmesi gerektiğini savunanların görüşleri galip geldi. Son ana kadar gençlerle müzakereyi savunan Zhao Ziyang’ın bir sabaha karşı Politbüro toplantısından çıkarak meydana yürümesi, eline megafonu olarak “Geç kaldık çocuklar” demesi, trajedinin önüne geçmeye fayda etmedi. Shambaugh, Tiananmen’in “Deng’in, aksi takdirde başarıyla anılabilecek mirasında daima en karanlık leke olarak kalacağı”nı yazarak bu bahsi bitiriyor.
Parti için kabus Tiananmen’le sınırlı değildi. 1991’de ÇKP ve dünya için bir büyük şok daha gerçekleşti ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarihe karıştı. Shambaugh’nun çalışmasının orijinal kısımlarından biri, Sovyet çöküşünden (ki burada “collapsed” yerine “overthrown” ifadesini tercih ediyor) ÇKP’nin aldığı dersleri iki ayrı ‘okul’ üzerinden (reformcu okul ve muhafazakar okul) incelemesi ve bu çabayı partinin ne kadar yaşamsal gördüğünün altını çizmesi.
Yazara göre, SSCB ve diğer Doğu Avrupalı komünist parti-devletlerin çöküşünün sistematik ve derinlemesine bir şekilde analiz edilmesi, parti tarihinin en önemli adımlarından biriydi. Özellikle Jiang Zemin dönemindeki politika ve reformların büyük kısmı (“if not all”) ÇKP’nin, diğer komünist rejimlerin çöküşünden çıkardığı derslere dayanıyordu. Çin Sosyal Bilimler Akademisi ve Merkez Parti Okulu (geleceğin liderlerini yetiştiren bu kurumu hep Osmanlı’nın Enderun Mektebi’ne benzetmişimdir) başta olmak üzere ilgili araştırma kurumları, ekonomik, sosyal, siyasal ve uluslararası faktörleri değerlendirerek ülke ülke analizlere girişti. Çinli komünistler, komünist rejimlerin nasıl çöktüğünü anlamak ve aynı kadere boyun eğmemek için tam on yıl kafa patlattı! Shambaugh burada ÇKP’nin “düşünme, ders çıkarma, uygulama” (reflect, learn, adapt) kabiliyetini takdir ediyor. Dış politika gibi bazı alanlarda katı ve inatçı bir görüntü veren ÇKP’nin, ekonomi ve parti içi reformlarda dikkat çekici derecede “adaptable” olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Adaptation does not necessarily have to be liberal in nature –retrenchment and repression are also forms of adaptation.” (S.176)
Yazarın tespit ettiği iki ayrı okul üzerinden, Çin’in geleceğine dair siyasi tasavvur farklılıklarının bugüne dek uzandığını söylemek mümkün. Buna göre, Jiang ve Hu kadroları, reform yaparak ve sivil alanları genişleterek partiyi hayatta tutma yolu izlerken, Xi muhafazakar okula mensup bir lider olarak, partinin hükümet ve toplum üzerinde mutlak penetrasyonundan yana.
Bürokrat siyasetçi: Jiang Zemin
Jiang Zemin, söz konusu beş lider arasında en renkli figür olarak karşımıza çıkıyor. Amerikan okulunda eğitim almış, dünyaya açık biri. Piyano, keman ve geleneksel bir Çin çalgısı olan erhu çalıyor. İtalyan operasına hayran, 2001’de Luciano Pavarotti Pekin’e geldiğinde onunla sahnede O Sole Mio söylüyor.
1950’lerde Çin’in Sovyet modelini adapte etmeye çalıştığı bir dönemde mühendislik ve fen bilimleri okumuş neslin bir üyesi. Onun liderliği, Çin’in yüksek siyaset sahnesinde “rise of technocrats” dönemi olarak biliniyor. Bürokrasinin içinden yetişmiş bir isim olarak, en tepeye yükseldiğinde de orada tutunmak için gücünün ağırlığını bütün bir bürokrasi üzerine bina ediyor. Shambaugh’ya göre (kitabın temel mantığıyla bir nebze çelişmek pahasına) modern Çin siyaseti, kişiler ve fikirleden azade, tamamen bir bürokrasi işidir. Peşi sıra gelecek dördüncü ve beşinci nesil liderlerden farklı olarak, Jiang’in kariyerinde ciddi bir eksiklik göze çarpıyor: Eyalet yönetciliği. Jiang uzak eyaletlerde parti sekreterliği yaparak iktidar basamaklarını tırmanan bir isim değil; tamamen endüstriyel devlet sektörü içerisinde yetişiyor. Bu onu daha az vizyoner, daha çok iş bitirici bir devlet adamı yapıyor. Mao ve Deng’dan sonra Çin zaten “büyük vizyonerlere” doymuş durumda; icraat adamlarına ihtiyaç var. (Kim bilir belki de o doygunluk, Jiang ve Hu dönemlerinde girilen ‘diyetin’ ardından, yerini bir vizyoner açlığına bırakmıştır ve Xi’nin yaptığı da bu açlığı dindirmektir.) Jiang bu bürokrasinin üstadı olarak, Mao ve belli ölçüde Deng’in aksine, sistemi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru işletiyor.
Jiang, Tiananmen sonrası Çin’in yaptırım ve izolasyonla yüz yüze olduğu zorlu bir dönemde göreve geliyor. İlk başta, Hua Guofeng gibi bir “geçiş figürü” olacağı sanılsa da, Jiang kendisini en tepede kalıcı hale getirecek adımları atmayı biliyor. Shambaugh’nun gözlemlerine göre, Jiang bunu “bürokrasinin gündemini kendisine ait kılarak” yapıyor. Gezmediği kamu kurumu kalmıyor. Göreve geldiğinde eksikliğini hissettiği orduyla sağlam ilişkileri tesis etmek için, daha ilk yılında, ülkedeki yedi askeri bölgenin tamamına inceleme gezileri düzenliyor ve garnizon komutanlarıyla bir araya geliyor. (Bunu yapan ilk Merkezi Askeri Komisyon başkanı. Haliyle, bu komutanlardan bazılarına ileride Pekin’de daha yüksek makam ve mevkilerin yolu açılıyor.) Pekin’de yüksek ÇKP liderliğinin korunmasından sorumlu olan Merkez Muhafız Alayı üzerindeki kişisel kontrolünü artırmayı ihmal etmiyor.
Jiang döneminin belirgin özelliklerinden biri, ülkenin doğu sahilleriyle iç kesimler arasında bariz bir kalkınma farkı oluşması. Şanghay’ı bir güç merkezi olarak gören Jiang, ekonomik reformların ağırlığını da Şanghay başta olmak üzere doğu sahillerine kaydırıyor. Bu dönemde dış politikada Tiananmen sonrası uluslararası toplumla yeni bir kaynaşma imkanı bulunurken, Hong Kong’un Çin’e dönüşü gibi tarihi ve sembolik bir olay da Jiang’ın döneminde gerçekleşiyor.
Shambaugh, dış politikanın, Jiang’ın kendisini göstermekten en çok keyif aldığı alan olduğunu yazıyor. Kendisini ifade etmeye yetecek İngilizcesi ve daha akıcı Rusçasıyla, yabancı konuklarıyla “gündem dışı” sohbetler etmeye bayılıyor. Jiang’ın yabancı muhataplarıyla yaptığı görüşmelerin ardından, alt seviyedeki Çinli memurlar, görüşmeye ait resmi “talking points”leri diğer tarafa iletmekle meşgul… Jiang –bugün de eşine az rastlanacak türden- elindeki kağıtlara bağlı kalan bir lider değildi. İrticalen konuşabiliyor, kişisel detaylar paylaşabiliyordu. (Çin siyasetinde bu çoğu zaman bir meziyet değil, kendini o makamda rahat hissetme duygusuyla alakalıdır. Zira Jiang’ın da bu rahatlığa ulaşması zaman aldı. 1993 yılında Çin ile ABD liderleri arasında Tiananmen sonrası ilk görüşme APEC vesilesiyle Seattle’de gerçekleştiğinde, Jiang Zemin alışık olunmadık derecede sertti ve resmi gündemin tek kelime dışına çıkmadı. Görüşmeye şahitlik eden Clinton’un Çin danışmanı Robert Suettinger, Jiang’ın gergin göründüğünü ve konuşmasını sanki Amerikalılara değil de yanındaki Çinli yetkililere yaptığını aktarıyor. Jiang o dönem için halen Deng’in gölgesindeydi.)
(ED not: Bugün de Çin’in dışişleri sözcüleri ve diğer diplomatlarının bazı açıklamalarını görünce, yabancı muhataplarından ziyade kendi meslektaşlarına mesaj verdiklerini ve yüksek liderliğe ‘görünmek’ istediklerini düşünüyorum.)
Xi’nin görev süresinde dönem sınırlandırmasını kaldırması ve “ömür boyu başkanlık” yolunu açması üzerine çok yazılıp çizildi. Xi’nin görevine hangi unvanlarla ne şekilde devam edeceği, 20. Kongre yaklaşırken, halen belirsizliğini koruyor. Eleştirmenler, Xi’nin Deng’dan bu yana süregelen bir liderlik geçiş teamülümü bozduğu kanaatinde. Lakin Shambaugh’nun çalışmasını okurken, bu liderlik silsilesinin zaten ne kadar kırılgan bir zeminde buraya gelebildiğini görmek mümkün. Bu paragrafı özellikle Jiang Zemin bahsinde ekliyorum, zira Jiang görev döneminin sonuna yaklaştığında, elinde tuttuğu üç pozisyonda da göreve devam etmek için girişimler yapmış bir lider. Gerekli desteği bulamayınca vazgeçiyor, parti genel sekreterliği ve devlet başkanlığını Hu’ya devrettikten sonra, Merkezi Askeri Komisyon başkanlığını iki yıl daha sürdürmekle yetiniyor. Xi’nin “bensiz olmaz” yaklaşımı, yeni değil. Xi bunu Jiang’dan çok daha güçlü ve kararlı bir şekilde yapıyor. Shambaugh, Xi döneminin alametifarikalarından olan yolsuzlukla mücadele kampanyasının bile, partiyi gerçekten ciddi bir yolsuzluktan temizleme işlevi olduğu kadar, peşi sıra gelecek güç konsolidasyonunda Xi’ye yakın isimlere alan açma boyutu olduğunu da savunuyor. (Xi’nin “güçlü liderliği” bir anlamda Deng’dan sonra en yüksek liderin güçsüzleşmesi fenomenini tersine çeviriyor: Jiang’ın Deng’dan daha güçsüz ve Hu’nun da Jiang’dan daha güçsüz bir lider olduğu hep söylenir.. Hepsinden güçlü bir Xi’nin, Batılı medyanın kullanmayı pek sevdiği ifadeyle, “Mao’dan sonra en güçlü lider” olarak anılması bundan.)
Liderlikte tandem: Hu-Wen dönemi
2011’de Çin’e ilk kez geldiğimde, görevde devlet başkanı olarak Hu Jintao ve başbakan olarak Wen Jiabao vardı. Hu, zihnimdeki soğuk, jest ve mimiksiz komünist lider imajına tam olarak uyan bir isimdi. Wen Jiabao ise güleryüzlü, nüktedan, samimi bir “public figure” olarak görünmekteydi. Bu ikili sanki kişilik özellikleriyle birbirini dengeleyen bir yapıdaydı.
Çin’deki ilk yılımda Wen Jiabao’nun yıllık halk meclisi toplantısı sonrasında son basın toplantısına çıkarak bir nevi veda konuşması yapmasını televizyondan canlı izledim. Wen Jiabao’nun reformlara “acil ihtiyaç” duyulduğu konusunda uyarıda bulunması, dahası “bu olmadan Kültür Devrimi gibi trajedilerin hala yaşanabileceğini” söylemesi son derece çarpıcı ve eşine az rastlanır bir açıklamaydı. Bu siyasi reform vurgusu, profesyonel kariyerine Çin’de devam etmeye yeni başlayan bir gazeteci olarak, bana da belli bir umut vermişti.
Shambaugh’nun kitabında beş lider arasında başbakan figürünün en öne çıktığı dönem Hu Jintao dönemi. (Zhou Enlai bile kitapta bu denli öne çıkamıyor. Eh, onun da payına düşen, Mao’nun altında bir Zhou Enlai olmak..) Wen, Hu’nun altında bir başbakan olmaktan ziyade, beraber bir tandem oluşturdular. Bu, hem Hu’nun düşük profil sergileyen kişisel özelliklerinden kaynaklanıyordu hem de Deng’in temelini attığı, Jiang döneminde iyice kurumsallaşan, Hu-Wen ekibiyle tam olarak mekanik bir hale gelen yönetişim sisteminin de doğal sonucuydu.
Bu dönemi Çin içinde ve dışında “kayıp on yıl” olarak ananlar var. Shambaugh buna itiraz ediyor. Hu-Wen döneminin, treni rayda tutmak gibi bir istikrar dönemi olmasının yanı sıra (ki istikrarı sağlamak Çin’de başlı başına övgüye değer bir iştir), ne pahasına olursa olsun büyümeye (growth-at-all-costs) dayanan Jiang döneminin doğal mirası olarak görülen toplumsal tabakalaşma ve eşitsizliğin giderilmesi anlamında, dönemin bazı somut kazanımlarını not ediyor. Hu Jintao’nun direksiyonda olduğu on yılda, Çin’in GSYİH’si yıllık ortalama yüzde 10,5’lik bir büyüme oranı tutturarak, 2002’deki 2,63 trilyon dolar seviyesinden 2012’de 7,19 tirlyon dolar seviyesine genişliyor. Dış politikaya bakıldığında, ABD, Rusya, AB gibi büyük güçlere öncelik veren yaklaşım çeşitlendirilerek, çok yönlü bir diplomasi atağına geçiliyor. Bugün Xi iktidarının övündüğü ve geliştirdiği pek çok bölgesel çok taraflı örgüt ve diyalog mekanizmasının temeli, Hu-Wen ekibi tarafından atıldı.
Başarı hanesine yazılabilecek bu gelişmelerin yanı sıra Hu Jintao, parti şeffaflığına özel bir önem verdi. Politbüro toplantılarının sonuçlarını kamuoyuna açıklama uygulamasını getirmenin yanı sıra, tüm merkezi parti departmanlarının sözcülük ofisi açmalarını ve medyaya düzenli bilgi vermelerini şart koştu.
(ED not: 90’ların sonundan itibaren merkezi hükümet organları zaten buna başlamıştı. Bugün Çin hükümetinin dünyayla teması, başta dışişleri ve ticaret bakanlıkları olmak üzere sözcülerin olağan açıklamaları sayesinde gerçekleşiyor. Bu bir şeffaflık alameti olduğu kadar, kişisel inisayatife yer bırakmayan son derece yazılı bir siyaset diline sahip bir ülkede, siyasi söylemin zapturapt altına alınmasını da sağlıyor. Bizde örneklerine sıkça rastlanan şekilde, bir bakanın yahut bir belediye başkanının, katıldığı bir etkinlikten çıkarken ayaküstü gazetecilerin sorularını yanıtlaması gibi durumlar, Çin siyaset sahnesinde mümkün değil. On yıllık Çin kariyerimde, en tepede belirlenen beylik sözlerin dışında söz üretebilen –devlette yahut özel sektörde- çok az isme rastladım. Aklıma gelen nadir isimler arasında Asya Altyapı Yatırım Bankası Başkanı Jin Liqun ve Huawei kurucusu Ren Zhengfei’i sayabilirim. 2012’de göreve geldiği ilk yıllarda daha aktif bir görüntü çizmeyi başarabilen Başbakan Li Keqiang da yabancı gazetecilerle rahat iletişim kurabilen, yeri geldiğinde şaka yapan, hazırcevap bir devlet adamı portresi çiziyordu. Parantez içinde bir parantezle ekleyeyim; beşinci nesil liderlik kenarda ısınıp ‘sahaya girmeye’ hazırlanırken, Hu Jintao’nun gözdesi, Komünist Gençlik Ligi’nden mesai arkadaşı olan Li Keqiang’dı. Ancak dönemin güçlü figürlerinden Zeng Qinghong’un ağırlığını koymasıyla Hu’nun veliahtı olaran Xi Jinping tayin edildi.)
Peki, on yıllık istikrar ve kazanımlara rağmen, neden kimilerince bu dönem “kayıp on yıl” olarak anılıyor?
Bunun bir nedeni, Hu Jintao yaptığı işleri ‘satabilen’ bir lider değildi. “Transformational” değil, öngörülebilirliğe odaklanan “transactional” bir lider tipi. Diğer yandan, Hu dönemini kayıp on yıl olarak gören beşinci nesil liderliğin kanı kaynamaktaydı. Bir liderlik geçiş sancılarının tam ortasında benim de Çin’de bulunduğum 2011–2012 yıllarında yaşanan tuhaf olayların (Pekin’deki Ferrari kazası gibi) ardından Xi ipi göğüslediğinde, “kayıp yılları” telafi edecek bir lider olarak ülkeye ve partiye hükmedeceğinin ilk işaretlerini vermekte gecikmedi.
Dünya sahnesinin merkezine yürümek: Xi Jinping
Xi Jinping ismi siyaset sahnesinin merkezine çıktığında, Çin’i izleyen gazeteci ve analistler bir soruya yanıt arıyordu: Bir “kızıl prens” (devrimci kadronun çocukları) olarak göreve gelen bu adam reformları sürdürecek mi, yoksa daha katı bir yol mu izleyecek?
Açıkçası Batılı medya o günlerde umutluydu, kimileri Xi’de “Çin’in Gorbaçov’u”nu görüyordu. David Shambaugh daha en başta bu konuda kuşkulu olduğunun altını çiziyor; çünkü Xi’nin daha ilk açıklamalarından birinde kullandığı “Çin’in dünya ulusları arasında daha sağlam ve güçlü durması” hedefinin, içeride ve dışarıda daha “assertive” (iddialı) bir duruşla izlenebileceğini kestirebiliyordu. Shambaugh’nun ifadesiyle içeride baskıcı, dışarıda iddialı bir duruş. (“Repression at home and assertiveness abroad.”)
Xi, ülkenin kurucu lider kadrosundan bir isim olan Xi Zhongxun’un çocuğu olmasına rağmen, konforlu bir gençlik geçirdiğini söylemek zor. Daha doğrusu, bir devrim liderinin çocuğu olmanın getirdiği konfor ile Mao’nun gazabına uğrayarak “karşı devrimci” yaftası yemiş bir babanın çocuğu olmanın sıkıntılarını bir arada yaşadı. Mao, köylülerden öğrenmeleri için gençleri kırsal kesimlere gönderdiğinde, büyük şehirdeki okulunu bırakıp kendisini köy işlerinde bulan gençlerden biri Xi’ydi. Sonraları 1978 yılında babasının serbest bırakılması ve aktif siyasete dönmesiyle (Xi ailesi 16 yıl sonra bir araya gelebilmişti) Xi de kariyer basamaklarını tırmanmaya başladı. Shambaugh, Xi’nin kariyer basamaklarını dikkatli bir gözle not ediyor. Yine güçlü bir babanın oğlu olarak kariyerinde sıçramalarla ilerlemesi beklenebilecekken, Xi kırsalda küçük bir ilçenin idareciliğinden başlamayı seçiyor (1982’de Hebei eyaletinin Zhengding ilçesine parti sekreter yardımcısı olarak atandı, bir yıl sonra parti sekreterliğine terfi etti) ve parti hiyerarşisi içerisinde gerçekten sindire sindire yükseliyor.
1985 yılında yeni görev yeri olan, Tayvan adasının karşı tarafındaki Fujian eyaletinin merkezi Xiamen’e belediye başkan yardımcısı olarak geçti ve burada alışık olunmayan bir şekilde, farklı kademelerde tam 17,5 sene görev yaptı. Fujian’de dış ticaret, yatırım, turizm ve tanıtma, altyapı inşası ve yolsuzlukla mücadele alanlarında kendini göstermesi, daha parlak bir göreve giden yolu açtı: 2002 yılında Çin’in en zengin eyaletlerinden biri olan Zhejiang’ın 1 numarası olarak atandığında sadece 49 yaşındaydı ve ülkenin en genç iki eyalet parti sekreterinden biriydi. (Bir diğerini tahmin etmek zor olmasa gerek: Henan parti sekreteri Li Keqiang.) 2007’de başka bir “ani” görev değişikliği kendisini bekliyordu. Bu kez Pekin’de siyasetin kalbine geçişi sağlayabilecek, birçok ismin rüyalarını süsleyen bir göreve atandı: Şanghay parti sekreterliği. Her ne kadar kendisinden önceki parti sekreteri yolsuzluk nedeniyle görevinden olmuş olsa da, Şanghay işini iyi yapan bir yönetici için tam bir sıçrama noktasıydı. Xi’nin de Şanghay’da kaybedecek fazla zamanı yoktu, burada sadece yedi ay kaldıktan sonra, 2007 yılında 17. Parti Kongresi kendisini bazı önemli ulusal görevlerle taltif etti. Artık Politbüro üyesi, Merkez Parti Okulu başkanı, Tayvan İşleri Merkez Liderlik Grubu başkan yardımcısıydı. 2008’in Mart ayında Ulusal Halk Kongresi toplandığında en tepeye bir adım daha yaklaşmasını sağlayan bir pozisyona daha getirildi: Çin Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı. İki yıl sonra 2010’da Merkezi Askeri Komisyon başkan yardımcılığına da getirilmesi, Hu Jintao’nun veliahtı olduğunun açık bir işaretiydi. Kasım 2012’de direksiyona geçti ve halen sürmekte olan iktidarına başladı. (Kitabın bu bölümünde bazı tarihlerde yazım hataları yapılmış, Shambaugh’ya eposta göndererek gözüme çarpan yanlışları ilettim. "Kartal gözlerine" sahip olduğumu söyleyerek teşekkür etti :) Yeni baskılarda düzeltileceğini söyledi.)
Xi döneminin belirgin ve belirleyici unsurlarından biri yolsuzlukla mücadele kampanyasıydı. Özellikle ilk döneminde bu kampanya Xi’nin politikalarının merkezindeydi. Son yıllarda etkisi azalmış gibi görünse de, Çin haber medyası dikkatli bir gözle izlendiğinde, farklı seviyelerde yolsuzlukla nedeniyle gözaltına alınan yöneticilere dair haberler çıkmaya devam ediyor. (Son birkaç yılda güvenlik bürokrasi özelinde bir ‘tırpandan’ söz edilebilir.) 2018 itibarıyla 2,7 milyondan fazla yetkili soruşturma geçirdi, 1 buçuk milyondan fazlası cezalandırıldı. Bunlar arasında sadece orta seviye yerel yöneticiler yoktu; anlı şanlı Politbüro üyeleri ve generaller yolsuzluk soruşturmalarından paçayı kurtaramadı. Bu tartışmasız parti tarihinin en keskin yolsuzluk soruşturmasıydı. Shambaugh ve birçok gözlemciye göre, soruşturmaların yoğunluğu nedeniyle bürokrasi inisiyatif almaktan korkarak içe kapanmaya geçti. Herkes başına bir iş gelmesinden çekiniyordu. Kurunun yanında yaş da yanabilirdi. Bu soruşturmalar elbette Xi’nin politikalarına sadakati de beraberinde getirdi. Shambaugh bu bahiste yolsuzluğun kaynakları meselesine dikkat çekiyor ve kadroları yolsuz davranışları nedeniyle bireysel olarak cezalandırmanın ötesinde, yolsuzluğu yaratan sistemik durumlara odaklanılması gerektiğine ve yolsuzluğu denetleyebilecek mekanizmalarının (yargı organları, bağımsız bir medya) eksikliğine işaret ediyor.
Shambaugh’nun da kitabında işaret ettiği üzere, Xi’nin damgasını vurduğu alanlardan ilki, partinin olabildiğince güçlendirilmesi ise, ikincisi orduda modernizasyon olacak. Moda tabiriyle söylersek, Xi’nin ‘olayı’ parti ve ordu. Shambaugh, 2016'dan önce Sovyet ordusunun bir klonu gibi görünen bir orduyu (aşırı derecede dikey şekilde örgütlenmiş, kara güçlerine ağırlık veren, coğrafi olarak yedi askeri bölgeye ayrılmış birimler arasında derin ayrımların bulunduğu, lojistik kabiliyeti zayıf bir ordu), Xi’nin NATO ve Amerikan tipi bir orduya dönüştürdüğünü yazar. Bu dönüşüm, orduyu, anakarayı savunma ve Tayvan’ı kuşatmaya odaklanan çevresel (peripheral)bir güçten, bölgesel ve küresel bir güce dönüştürmenin anahtarıdır.
Shambaugh, Xi dönemi dış politikasını üç kavramla özetler: Confidence, proactiveness, assertiveness. Güven, proaktif yaklaşım ve iddia sahibi olmak. Yeni kurulan Dış İlişkiler Komisyonu ile Xi dış politika yapım sürecine doğrudan müdahil olur. Kişisel olarak aktif bir diplomasi maratonu izler. 2012–2020 arasında toplam 42 dış gezi yapmış, tüm kıtalara gitmiş ve 69 ülkeyi ziyaret etmiştir. (Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak Ankara ziyareti ve Antalya’da G20'ye katılımı dışında, Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’ye henüz bir devlet ziyareti gerçekleştirmedi.) Yine dış politika bahsinde, Xi’nin Deng tarafından saptanan "Zamanını bekle, kapasiteni gizle, öne atılma" ilkesini terkettiği söylenir; Shambaugh da Xi’nin bu düsturu "striving for achievement" ilkesiyle değiştirdiği kanaatinde. Ancak hasbelkader bu ülkede siyaseti izlemeye çalışan biri olarak burada bir şerhim var: Deng da genç memurlarına "zamanını bekleyin" derken, öne atılmayı asla düşünmeyin demek istemiyordu herhalde; Xi Jinping, konuşmalarında sıklıkla tarihsel dönemlere ayırdığı modern Çin tarihi ‘algoritmalarının’ sonucu olarak, o vaktin geldiğine kanaat getirmiş olabilir ve bu ölçüde Xi’nin siyaseti Deng’dan bir sapma değil, onun vasiyetini yerine getirme olarak da algılanabilir! Deng’in "zamanını bekle" dediği ülkenin, kişi başına düşen gelir açısından dünyada esamesi okunmuyordu. Tek başına Hong Kong’un dış ticareti bütün anakarayı gölgede bırakmaya yetiyordu. Burada belki asıl konuşmak gereken, zamanının geldiğine kani olurken, bunun ne şekilde hayata geçirileceği meselesi olmalı. Çin ‘dünya sahnesine’ yürürken, panda gibi sevimli adımlar mı atacak yoksa ejderha gibi kasıp kavuracak mı..
Xi’nin en tepedeki yönetim tarzını inceleyen ve partiyi ortodoks bir Marksisim-Leninizm ideolojisine çektiğini, siyasi baskı ve orduda modernizasyonla iz bıraktığını kaydeden Shambaugh, Xi’nin geride bıraktığı uzun kariyer yoluna bakarak soruyor: “Where did that come from?”
Yazara göre, geçmiş kariyerine bakıldığında, Xi’nin görevde yaptıklarının bir işaretini, öncülünü bulmak zor. (Partinin reformcu kanadının hamilerinden Zeng Qinghong’un, Sovyet çöküşü konusunda Zeng’dan tamamen farklı dersler çıkaran Xi’nin önünü açması da burada kafa karıştırıcı bir detay.)
Başkanın adamları..
Shambaugh çalışmasında en yüksek lidere odaklanırken, o liderlerin “sağ kolu” olarak görev yapmış ve o ölçüde liderlik dönemine imzasını atmış isimleri de, yine kitabı ana yatağından saptırmadan- es geçmiyor. Hu Yaobang ve Zhao Ziyang isimleri zikredilmeden Deng Xiaoping anlatısı eksik kalıyor. Zeng Qinghong çoğu zaman Jiang Zemin’in eli, ayağı, beyni oluyor. Zaten düşük bir liderlik profili sergileyen Hu Jintao, aktif siyaseti, başbakanı Wen Jiabao’ya bırakıyor. Arka planda dikkat çeken bir figür de Wang Huning. Kitabın yazarı Shambaugh’nun bir dönem Şanghay Fudan Üniversitesi’nde çalışma arkadaşı olmuş siyaset bilimi profesörü. Çin liderlerinin siyasi girişimlerini ve kampanyalarını ‘markalaştıran’ adam. Xi’nin “Çin Rüyası” onun marifeti. İşin ilginç yanı, Wang Huning, otuz yılı aşkın süredir, birbirini izleyen üç Çin lideriyle çalışmış bir isim. Herkes değişiyor, o kalıyor. ÇKP tarihinde emsali yok!
Xi’nin çevresine bakacak olursak, her ne kadar Fujian ve Zhejiang ekibinden kendi çekirdek liderlik ağını kurmuş olsa da, Xi en tepede ‘yalnız’ bir lider görüntüsü veriyor. Bir liderlik tarzı olarak, tercih edilmiş bir yalnızlık. Xi’nin belli alanlarda ‘has adamları’ olduğu doğrudur (ilk akla gelenler, partinin disiplin örgütünü emanet ettiği Wang Qishan, Trump yönetimiyle ticaret görüşmelerini emanet ettiği Liu He, Wang’dan sonra merkez disiplin örgütünün başına koyduğu Zhao Leji, sağ kolu gibi hareket eden Li Zhanshu, Pekin parti sekreteri Cai Qi, merkez propaganda departmanının başındaki Huang Keming), ancak Xi şu ana kadar bir varise işaret etmediği gibi, aktif bir pozisyon olan başbakanlık makamını da nispeten pasifize etmiş görünüyor. Hu-Wen ikilisinin yaptığı gibi, Başbakan Li’yle de bir tandem görüntüsü vermiyor.
Çin’i liderleri üzerinden okurken, Çin siyasetinin en hareketli olduğu dönemler olarak liderlik geçişleri dikkat çekiyor. Mao’dan Deng’a sancılı bir geçiş yaşayan ülke (Mao’nun varisi olarak işaret ettiği Hua Guofeng’in görev süresi bir “fetret dönemi” olarak anılıyor), Deng’dan Jiang’a ve ardından Hu’ya nispeten kurumsal bir geçiş gerçekleştirmeyi başarsa da, arka planda muazzam güç oyunları dönüyor, bazılarının siyasi yaşamı bir anda sona ererken, bazılarının yıldızı –en çok da siyasi hamileri sayesinde- parlayabiliyor.
Liderlik geçişlerinde, okurun, başka hiçbir ülkede karşılaşılamayacak bazı hususiyetler saptaması mümkün. Örneğin 2002’de görevi devralan Hu Jintao’nun en tepeye yükseleceği, daha 90’ların başında, “dördüncü nesil genç liderlerin merkezi” olarak işaret edilmesiyle, Deng Xiaoping tarafından belirleniyor. Çin’de liderlik, sadece dev bir ülkeyi, nüfusu, o büyük bürokrasiyi ve parti örgütlerini yönetmeyi değil, kendinden sonraki kadroları belirleme meziyetini de gerektiriyor! Dolayısıyla Hu, sırasını beklerken on yıllık bir hazırlanma dönemine sahipti. Shambaugh, Hu’nun bu fırsatı heba ettiği kanaatinde. Ancak aksi olabilir miydi? Jiang Zemin gibi etkili bir liderin altında, kendi güç tabanını oluşturmak pek kolay olmasa gerekti.
Bu kitap sadece biyografik yönüyle bir ÇHC tarihi sunmuyor; tek parti iktidarı içindeki farklı tonları, renkleri görme imkanı veriyor. Bazen iki muhalif parti gibi hareket eden, mücadele eden yaklaşımlar, çekişmeler. Çin gibi bir tek parti rejiminde, liderlikte devamlılık (“devlette devamlılık”) olduğunu varsayabiliriz; lakin Shambaugh, söz konusu beş lider arasında dikkate değer derecede bir devamsızlık tespit ediyor. Kitap, partinin organizasyon yapısı ve iç işleyişine dair kapsamlı bir görünüm de sunuyor. Sıradan bir parti üyesi hangi kariyer basamaklarından geçiyor, bu süreçte hangi donanımları ediniyor ve bir buçuk milyarlık bir nüfusu idare edecek en yüksek lider pozisyonuna nasıl yükselebiliyor?
Shambaugh, beş liderin nasıl bir aile ortamında ve hangi sosyal çevrede büyüdüğünü anlatısına dahil ediyor. Aileyle kurulan ilişkinin, liderin karakteristik özelliklerini nasıl etkilediğiyle ilgileniyor. Yine liderlerle ilgili canlı kişisel detayları ihmal etmiyor. Mao’nun ‘hemşireleriyle’ yaşadığı gizli özel yaşamı, Deng’in müzmin kulak çınlaması, briç tutkusu ve Fransa yıllarında edindiği şarap keyfi, Jiang Zemin’in en üst düzey görüşmelerdeki şen şakrak hali, görüşme metinlerini kelimesi kelimesine kağıttan okuyan Hu Jintao’nun bir İskoçya gezisinde Tony Blair’le şömine başı sohbet teklifini reddetmesi (“President Hu doesn’t do informal fireside chats”) gibi detaylar metne bir nebze magazin unsuru katıyor.
Neticede, 2022'ye yoğun bir okumayla başlamış oldum. Çin’le alakalı kitapları daha çok Kindle gibi dijital platformlarda okumak durumunda kalıyorum; Shambaugh’nun kitabı veya benzer çalışmaları Çin’de kitapevlerinde bulmak mümkün değil. Bu kez şansımı denemek istedim -gümrükten geçip geçemeyeceğinden emin değildim- ve kitabın matbu versiyonunu Amazon’dan sipariş ettim. Şaşırtıcı derecede kısa bir sürede (20 iş günü) kapıma ulaştı. Son günlerde uluslararası bir postayla ilişkili olarak gerçekleştiği sanılan bir Omicron vakasıyla "yabancı postalar" baskı altındayken, vaktinde davranıp kitabı edinmişim. Aksi takdirde süreç uzayabilirdi. Matbu kitap okumaya hasret kalmışım! Cümlelerin altını çizerek, sayfa kenarlarına notlar alarak okudum. Metnin içinden metin çıkardım.. Kitabın ehemmiyetini abartmış gibi göründüysem, bunu matbu okumanın heyecanına veriniz..
Not 1: Bu metnin Türkçeye çevirisi, Türkiye kamuoyunda -kimi zaman sıcak tartışma konusu olan- Çin tartışmalarına faydalı olabilir. Çin’le alakalı güncel çalışmaların sayısı artarken, Türkiye’de yayıncılık maalesef bu hıza yetişemiyor ve kamuoyu bu eserlerden mahrum kalıyor. (Sanıyorum bunda son yıllarda kâğıt masraflarının artması gibi mali engeller de etkili.)
Not 2: Çin siyasetinin liderlik yörüngelerini dikkate alarak, Türkiye’nin ilgili kurumlarının, Çin’in tüm idari birimlerindeki tayin ve atamaları dikkatle izleyerek, bir gelecek projeksiyonu çıkarmaları, ileride bu dev ülkeye hükmedebilecek potansiyeldeki isimlere (ticaret, ekonomi, kültür, turizm, teknoloji vs alanlarda) daha yerel düzeydeyken ulaşmaları ve ‘markaja almaları’ faydalı olacaktır. Türkiye, enstitü ve ajanslarıyla Çin’deki kurumsal varlığını artırmak, THY için yeni uçuş rotaları açmak istiyor. Bunların yolu, liderlerin sınırlı süreyle yaptıkları nadir görüşmelerden ziyade, yereldeki yöneticileri ‘bağlamaktan’ geçiyor. Geçtiğimiz yıllarda böylesi bir çaba sayesinde alınan ciddi neticeler var.
Not 3: On yılda Çin’de baş döndürücü bir dönüşüme tanık oldum. Bu dönüşümü, kendi kişisel gözlem ve tecrübelerimle bir kitap olarak sunma fikri, uzun zamandır baki.
Not 4: Metnin aslına sadık kalmak ve kitaba erişimi olmayanlara orijinal metnin ruhunu bir nebze hissettirmek adına, bu inceleme yazısı boyunca bazı orijinal İngilizce ifadeleri korudum.